Ekim 03, 2010

Bornova Bornova

Epey zaman olmustu aslinda izleyeli. Insan, cok sevmis oldugu bir sey hakkinda konusmaktan eriniyor iste bazen; ne soylerse nasil tasvir ederse etsin, icinde kiprastirdiklarini zinhar temsil edemeyecegine inaniyor. Bu film nazarinda oyle oldu biraz da. Ilk izleme deneyimim anlatilamayacak gibiydi de ustelik. Filmin "tuhaf" bir kopyasina, internet uzerinde online film izlettirebilen korsan sitelerden birinde ulasabilmistim, lakin film oylesine tuhaf akiyordu ki; parcali, basi-sonu birbirine karismis diyaloglari uzun sure korsan kopyanin marazi degil de bu harikulade filmin bir baska hoslugu olarak dusunmustum. Filmi bir de dvdsinden izledigimde, anlasilmamis diyaloglari duymaktan rahatlamis olmak bir yana uzuldum; o bicim kesik diyalog da dogrusu guzel giderdi, ne de olsa "diyalog" uzerinden yuruyen bir filmdi.
Ilk izleyisimde kacirdigim bir baska onemli detay da varmis: Filmin basindaki muzip Kenan Evren ve Demet Akalin alintilari. Muzip muzip olmasina da ortada buyuk bir sikinti var, hem yalnizca Bornova Bornova ozelinde bir sikinti da degil bu. Bu filmi gosterimdeyken 20000 kisi izledi izledi; Dvd'si, internet yayimi, D-smarti vs hadi diyelim 100000 kisi olsun. Bu 100000 icinde, filmin bizatihi elestirisini yaptigi, dolayisiyla aynada suretini gormekten kah rahatsiz olacak kah gordugu suret sayesinde aydinlanacak kac kisi vardir? Tahminimce cok degil. Bu, "kendi calip kendi oynama" durumu artik ziyadesiyle dokunmaya basladi bana. Guclu ve anlamli mesajlar, bu mesajlardan haberdar olmasi gereken kitlelere ulasmaktansa, zaten bu mesajlarin coktan farkinda olan, onlari hayatinin icinde bir yerlere sokmus bulunan gorece az sayida insanin arasinda sakiz olup duruyor. Bir cozum bulamiyorum buna kendi icimde, aslinda sirf sunu soyluyor olmanin elitist tarafindan da tiksinmiyor degilim; ama bu "kendi icine kapanmislik" hissinden bunaliyorum.
Lakin, surasi da var tabii ki, bu filmi milyonlara bir sekilde izlettirmeyi basarsak, kaci farkina varip soyleyecek ki "bu anlatilan benim hikayem" diye? Buyuk olasilikla, Ozlem'in (muhtemelen yalnizca "kiz" denerek gecistirilecek) "orospu"lugundan, Fare'nin kiza a(l)danmisligindan, Salih'in raconundan, Murat'in tuhafligindan, onlar baska bir alemde yasiyorlarmiscasina, onlarla en ufak bir unsiyetleri yokmuscasina, disaridan bir dille bahsedilip gecilecek oylece. Oysaki guzel kardesim, bunlar senin (de) hikayelerin. Okul cikisi bilardo kafelerinde ergen sesli kiz muhabbetlerine sigarayi katik eden de sensin, bakkalin onunde iki bira esliginde gelene gecene racon kesen de sensin. Televizyonlarin sahte ihtisaminin altinda islak hulyalara dalan da sensin, onca okumaya ragmen dunyayi degistirmekten coktan vazgecmis olan da sensin.
Filmin uzerimdeki buyuk etkisi de sanirim buradan kaynaklaniyor. Bu film, belki yakin donem Turk sinemasinda sahit olmadigim kadar gercekci bir film. Misal, gercekci diye bilinen ama anlatilan kisilerin nerelerde yasadigini kendi sinirli aklim ve tecrubemle pek de cikaramadigim Zeki Demirkubuz karakterleri gibi degil. Ya da gorsellik ugruna siliklestirilmis hikayeler gibi degil. Bilakis, kameranin bir yerde sabitlenip "haydi karakterler, konusun bakayim" denilmis bir tiyatro mubarek. Ne var ki, vaazci da degil oyle. Iki kisi duvarin onunde oturtulmus da konusturuluyor ve sen bu yonetmen sesine tabii oluyorsun gibi degil de hemen yan taraftaki duvarda iki kisi oturup konusuyor ve sen de sokaktan gecip hallerinden tedirgin oluyorsun gibi.
Boylesi karakter odakli bir filmin oyunculuklari parlatmasi kacinilmazdi, yine de her birine ozel tesekkur etmek gerekiyor; bu sorumlulugun altindan basariyla kalktiklari icin. Gel gelelim, Oner Erkan'i, sirf tansiyonun son raddeye geldigi kisimdaki "hali" icin ayri bir yere koymak da mustehaktir.
Hasili, yaklasik bir uc bes sene, tanidigim, yeni tanisacagim Turklere (maalesef filmin tek handikabi bu ki cok Turkiyeli bir is olmus; Turkiye'yi tanimayan, bilmeyen bir izleyiciye vaad ettigi hemen hemen hicbir sey yok.) izlemesi icin rica/minnet/baski, ne gerekiyorsa yapacagimdan suphe olunmasin.

Ağustos 23, 2010

Sevmek Zamani


Turkiye entelektuel hayatinin buyuk sorunlari arasinda telakki edilmez nedense kulliyatlarin tamtakim nesredilmemesi. Bu, entelijiyensanin isine geldiginden midir, hazretlerinin bu eserleri kendi kullanimlarina sakli tutmasindan midir, nedir, anlayamiyorum acikcasi. "Talebi yok" diye ozel basim-yayin sirketlerinin uretmemesine lafim yok elbette; lakin bu ulkenin Kultur Bakanligi, meraklisi icin yayimladigi Divan'lar, Mesnevi'ler, Halk Hikayeleri vb urun disinda cikip Omer Lutfi Akad'in, Metin Erksan'in filmlerinin tamamini yayimlasa olmaz mi? Simdi sozgelimi, Akad'in, Erksan'in butun filmlerini izlemek isteyen su fakir ne yapacak? Kultur Bakanligi'ni gectim, dort basi mamur bir Sinematek'i dahi yok bu ulkenin. Bu konu benim cehaletimse ve aslinda bu filmlere kolayca ulasma yolu varsa kusuruma bakilmasin, bende de nihayetinde yeni olustu bu istiyak; ama Fransizindan Iranlisina Italyanindan Macarina buyuk yonetmenlerin filmlerine bir tik uzaginda olunan bir dunyada Erksan'in, Akad'in filmleri icin eli kolu bagli oturuyor olmak can sikiyor.
Metin Erksan'in niye onemli oldugundan bahsetmeye benim bilgim kafi gelmez elbette. Ama Sevmek Zamani'ndaki muazzam goruntuler dahi yeterli olur sanirim bunun icin. Filmin hikayesinin hem simdi hem de donemi itibariyle siradan oldugunu teslim etmekle beraber, bu siradan gibi gorunen hikayenin benzeri filmlerdekilere hic de benzemeyen zengin baba karakteriyle, harikulade fotograflarla zenginlestirilmesine sapka cikarmak gerekir. Yalnizca su kiytirik yaziya fon teskil eden, neseyle dans eden insanlarin golgelerinin vurdugu duvarin onunde huzunle verdigi evlilik kararini ve gercekte sevdigi adami dusunen Meral fotografi dahi bu filmi bence fevkalade yapmaya yeter. Sondaki göl sahnesine hic deginmiyorum bile.
Yakinlarda sanirim, Duman, filmdeki sahnelerden murekkeb bir klip hazirlamis. Becerebilir miyim, bilmiyorum, ama onu da bu yaziya eklemeye calisacagim.
Insallah Metin Erksan'in tum filmlerini izlemis olacagim gunler gelir bir gun diyerek de kapanisi yapayim.


duman - helal olsun
Uploaded by ghostfaceboy. - Watch more music videos, in HD!

Ağustos 20, 2010

Oyku Terzioglu - Nazım Hikmet ve Sömürgecilik Karşıtlığının Poetikası (2009)


Edebiyat elestirisinin lezzetli yapilmisini okumak bana hep yeni kapilar acmistir. Kullanilan kuramsal cercevelerden ya da elestiriye tabii metinde senin farkina varamadigin noktalari gostermesinden bahsetmiyorum. Basbayagi edebiyat elestirisi yazisinin kendi edebi degerinden soz ediyorum. Evet, benim icin burasi daha muhim. Tam da bu nedenle, Nurdan Gurbilek benim hayallerimi susleyen bir kadin. Olur ya, yillar yillar sonra bir seyler yazmis olurum; Nurdan Gurbilek hayatta olsun ya da olmasin, yazarken kafamdaki hayali okuyucu ve elestirmen o olacak. Ona begendirebilmek icin yazacagim, onun begendigini hayal ederek yazacagim. Bu da boyle bir hayal iste.
Yakinlarda edebi olarak olmasa bile tahlili olarak basarili bir calisma okudum. 2 sene once Bilkent Universitesi Edebiyat Bolumu'nde tamamlanmis ve gecen sene kitaplastirilmis bir yuksek lisans tezi. Bakhtin'in "roman". "romanlasma"."diyoloji" kavramlarindan cokca beslenerek Nazim Hikmet'in Mayakovski etkisi sonrasi yazdigi ilk siirlerindeki "romansilik"in izini suruyor. Dogrusunu soylemek gerekirse, siirden pek, hatta hic anlamam. Adam gibi siir okumakligim da yalnizca Nazim Hikmet kulliyatiyla sinirlidir. Ama simdi evdeki Nazim Hikmet kitaplarina donup baksam ve altini cizdigim, tuttugum deftere aktardigim siirlerini bir daha okusam; o siirleri baska hulyalarla, baska zihni tutulmalarla okuyup anlatilanlardan cok baska seyler anlamis 18 yasindaki delikanliyi gormekten korkarim. Yalnizca asik olma hali siir okuyup yazmayi gerektirmeyebilir; bazen bosluktan baslanan siir okuma eylemi, bizatihi kisiyi zorla asik da edebilir, en azindan asik oldugu sanrisini yaratabilir. Hayat ve edebiyatin cakisan tuhafligi iste.
Yine de, o hulyali hallerimle kafama takilmisti Nazim Hikmet'in siirlerindeki bu roman havasi! Bizim su anda siir diye bildigimiz lirik siirlerinin ancak belli bir doneminden sonrasina mahsus oldugunu, onceki kitaplarinda altini cizmeye layik romantik satirlar bulamayisimdan cikartiyordum. Baska bir derdi var gibiydi Nazim Hikmet'in - Laf aramizda Nazim Hikmet'ten Nazim diye bahsedilmesinden oldum olasi tiksinmisdir -, hem sekil hem de muhteva olarak yeni bir sey yaratmaya calisiyor gibiydi. Iste bu tanimlayamadigimin analizini hakkiyla yapiyor Oyku Terzioglu. Nazim Hikmet'in 835 Satir (ki basligin "Dize" degil "Satir" olmasi baslibasina bir gosterge, Terzioglu'nun da soyledigi uzere), Jokond ile Si-Ya-U, Benerci Kendini Nicin Oldurdu ve Taranta Babu'ya Mektuplari'ndaki duzyazilastirma, romansilastirma, kurgusal yazarlar kullanarak siirin anlatim olanaklarini kafiye ve icerik sinirlarindan azade kilma cabalarina isik tutuyor. Ustelik Nazim Hikmet'in bu cabalarina, Bakhtin'in "karnaval" kavramini hatirlatacak sekilde, mizah ve yerlesik olani alaya almanin nasil eslik ettigini de bir guzel resmediyor. Kitapta da alintilanmis birkac Nazim Hikmet dizesi - pardon satiriyla - devam edeyim: (ki eminim mevzubahis kitaplari bu kafayla tekrar okusam daha baska satirlar bulunur elbet)

Sozgelimi Benerci siirinde, bir yerde "pesine" sozcuguyle kafiyeli olabilecek kelimeler bulmaya calisir, ama sonuc soyle olur:

Dusecekler pesine
Esine
Atesine
Matesine
Tukurmusum Kafiyenin Icine


Yine ayni siirinde, ugrastigi "sairane" tasvirler sirasindaki bir baskasi:

Bu da olmadi,
Olacagi yok.
Benden evvel gelenlerin hepsi
Almislar birer birer
Tulu-i semsi, gurub-i semsi
Tasvir patentasini
Tulu-i semsin, gurub-i semsin
Okumuslar canina.

Denebilir ki, Nazim Hikmet'te siire has yetenek olmadigindan boyle sacmalamis. Ama boyle demek sacmaligin daha buyugu olur sanirim. Nazim Hikmet'in bizim siir diye bildigimiz "siir gibi siirleri" de oldugunu gecelim; Mayakovski etkisinden onceki ve henuz daha 20'lerinin basinda yazdigi geleneksel siirlerin "Yahya Kemal" gibilerini etkiledigini not duselim. Yahya Kemal'i yazdigi geleneksel dizelerle etkileyebilmis bu gencin, kisacik bir zaman icinde Yahya Kemal ile dalga gecer olusunu gorup "yaraticilik" ve "yazarlik" meselerinin ne menem seyler oldugunu bir kez daha gorup hayret edelim. Buyurun, bu kitapta da alintilanmis Yahya Kemal dortlugu:

Gece, Leyla'yi ayin on dordu
Koyda tenha yikanirken gordu
"Kiz vucudun ne guzel boyle acik!
Kiz yakindan goreyim sahile cik!"


Bu da Nazim Hikmet'ten gelsin:

Ayin on dordu,
Ayin on dordunu Paris'te ac gezen gordu,
dedi ki:
Bu gece ay
dibi kalay
bir tencere gibi!

Bu ve benzeri vazih tahlillerin disinda kitabin sanirim elestiriye acik yegane kismi, kitabin tamamina hakim nobran akademik dilin bir turlu yumusayamamasi. Anlayabiliyorum, nihayetinde bir yuksek lisans tezi bu. Ve yolu oralardan gecmis bir fakir olarak, bildigini akademik olcutlerde gostermek zorunlulugu cercevesinde elinde kara kuru bir metin kalmanin ne menem bir sey oldugunu iyi biliyorum. Yine de tezin kitaplastirilmasi surecinde turlu yumusaticilar eklenebilir, "Bakthin'in de dedigi gibi", "Oryantalizm'de Edward Said'in acikladigi uzere", "Williams'in Heraklitos uzerine yazdigi ansiklopedik maddesinde de gectigi gibi" yollu lakirdilardan imtina edilebilirdi. Bir de kesinkes dipnotlara hapsedilmesi gereken kimi harc-i alem tartisma ve deginiler, sozgelimi Oryantalist Kadin Imgesi'nin ne menem bir sey oldugu, Marksizm'in isci sinifi tasviri ya da Fasizm'in yapisi metne fazla yuk bindirmis. Tartismalar derinlikli olsa gam yemeyecegim, ama "Introduction to..." kitaplardan yapilma referanslar uzerinden bu kavramlari metne dahil etmek, tahlilin guclu taraflarini golgeler gibi oluyor. Yine de kitabin butununun hosuma gittigini soylemeliyim. Roman uzerinden devam eden Modern Turk Edebiyati derslerine Nazim Hikmet'in romansi siirleriyle katilmasi gerektigini beyan eden etkili bir calisma olmus. Modern Turk Edebiyati uzerine dusunenlere duyurulur.





Ağustos 09, 2010

Mahmud Erol Kılıç - Sufi ve Şiir (2004)


Tasavvuftan bahsetmeyeni, malum, dovuyorlar artik Turkiye'de. Gecenlerde Tuncel Kurtiz'in NTV'deki programina denk gelmistim. Hadi Kurtiz'i gectim, onun agzindan Bedreddin'i, Yunus Emre'yi, Mevlana'yi duymaya aliskiniz ne de olsa da, konuklarindan Meltem Cumbul'un da agzinda Mevlana diye Yunus dizelerinin sakiz olmasina artik ne demeli! Bir sey dememeli tabii ki, o fakir de ozenmis iste bunca populer olan kavramlardan nasiplenmeye. Meltem Cumbul'a laf edecegimize, cikip, bu Mevleviligin, Ekberiligin, gayb erenlerinin populerlesmesi uzerine doktora tezleri hazirlasak ya! Hem bunu Cumhuriyet - hatta biraz daha evvelinin - tarihiyle kesistirip ulkenin icinde bulundugu sizofrenik ruh hali uzerine Atayvari cozumlemelerle hemhal etsek, olma mi! Sozde tekke, zaviye ve tarikatlerin yasaklandigi bir ulkeyiz; tarikat kelimesini duyunca sirtimizdan soyle bir urpeririz; mamafih, tekke ve zaviyeleri kapatan partinin bir onceki genel baskaninin Vefai dervislerinden Seyh Edebali referansiyla katildigi secimlerde oy kullanir; laikinden takiyyecisine devlet ricalinin tum fertlerince yerinde kutlandigi Mevlana olum/dogum yildonemlerini izler; Yunus siirleri, Ibn Arabi aforizmalarinin sayfalarinin arasina ilistiriliverdigi devrimci el ilanlariyla cok satan romanlara kadar turlu vesaiti elden ele forward mailden maile dolastiririz. Nasil oluyor butun bunlar? Nereye varacak bu isin sonu?
Nereye gidecegini bilmem de nasil oldugu az biraz malum aslinda. Tasavvufun ekmegini yiyenlere - ki son iki yazi ozelinde ben de dahilim bu kumeye - cemkirmeden once Tasavvuf'un, kendisinden cokca ekmek yedirecek denli muhim ve zengin bir mefhum oldugunu, ve merkezinde insan bulundurdugu icin kitlelere cekici geldigini teslim etmek gerekir sanirim. Eksik olan sey, bana kalirsa, tasavvufun populer kultur uretimiyle aktarimina eslik edebilecek guclu ve daha genis kitlelere hitap edebilecek akademik calismalar. Tabii sorun uretim safhasinda degil yalnizca. Biz tuketici-okuyucular bu calismalarin ne denli farkindayiz? Iyiyle kotuyu, olmusla olmamasi ne derece ayirt edebiliyoruz? Tamam, Mercan Dede'yi arkadan verip, Elif Shafak romanlari okuyunca tasavvufi feng-shui oluyor da, bir de meselenin ic yuzu var, onlara ne zaman bakacagiz?
Mahmud Erol Kilic'in - kendisinin hem Mahmut hem de Mahmud seklinde yayimladigi yazilar oldugundan "ne diyem, Mahmut mu diyem?" noktasinda kalakaldim, ama kendisinden aldigim tat olcutunde Mahmud'u yegleyecegini dusunuyorum - odul de alan "Sufi ve Siir" isimli kisa ama icerik bakimindan hacimli incelemesi, bu meyanda epey basarili bir yapit. Kendisi Marmara Universitesi Ilahiyat Fakultesi'nde Tasavvuf Ana Bilim Dali profesoru. Simdi bizim gibi laik-sekuler-Kemalist ogretiden gayri bir unsurla cocukluk ve ilkgencligi yogrulmamis nesiller icin Ilahiyat Fakultesi hemen araya mesafe koymanin gerekli oldugu bir ibare gibi caliniyor kulaklara. Ama bak, bu yasa geldim, keske diyorum; keske Marmara gibi, Istanbul Universitesi gibi, "Islam Kultur ve Medeniyeti" nosyonuyla baglantisini kesmemis, bir gelenegin parcasi olabilmis bir kurum catisi altinda ogrenim gormus olsaydim. Her sey daha mi guzel olurdu? Hayir, alakasi yok; ama su ulkede daha cok sey ogrenmesi, okumasi, daha baska seylere de merak duymasi gereken bir kesim varsa, o da maalesef sekuler-laik-ladini-ama kendini aydin bellemis cahil kesim. Gelenegin parcasi olmasi bakimindan Amerika'nin bir nevi Istanbul Universitesi, Marmara'si sayilabilecek bir yerde gecirdigim iki sene sonunda bu vaziyeti keskin bir sekilde fark ettim. Ha, burada Marmara-Istanbul vb kesimleri elestiriden, hasa, azade tutmuyorum; misal ister en aydin gecinen Tasavvuf arastirmacisi olsun - ki Mahmud Erol Kilic bu gruba girer - ister Suleymaniye'de okunmamis eser birakmayan dusunce tarihcisi olsun, bir nokta geliyor ve bu insanlar "Yabanci/gayri muslim" dusmanligiyla zihinlerinin cevrili oldugunu suratiniza haykiriveriyor! Ama o da onlarin kusuru olsun, biz yolumuza devam edelim ve biraz kitaptan bahsedelim:
Mahmud Erol Kilic ilginc bir zat. Yazdiklarini, soylesilerini okudugunuzda karsinizda kesinkes bir Ibn Arabi muridi oldugunu hissediyorsunuz. Hatta, muridi de gectim, bizatihi Ibn Arabi onun vucudunda tenasuh etmis (reenkarne olmus) gibi mubarek. Doktorasini Ibn Arabi'de Varlik kavramina hasretmis Kilic'in Master tez konusu da Turkiye'deki Islam dusuncesi calismalari icin olagandisi. Islam'da Hermetik Dusunce uzerine yillar once yaptigi arastirmasi gectigimiz aylarda sonunda yayimlandi. Ibn Arabi uzerine hazirlamis oldugu doktora tezi de yine ayni siralarda raflara dustu. Raflar dediysem, D&R'da, Remzi'de bulunacagini hic sanmiyorum. Hey benim aydin kesimim iste! Neyse, yolum Turkiye'ye dustugunde muhakkak tedarik edecegim, lakin cokca makale ve soylesisinden istifade etmis oldugumdan neler soylemis olabilecegini az cok tahmin edebiliyorum.
Kilic, "Sufi ve Siir" incelemesine yine Ibn Arabi ile basliyor. Esasinda Ibn Arabi nazim bakimindan pek de uretken bir sahis degil; ama onun dusunce evreni oylesine guclu, oylesine belirleyici ki, onun fikriyatindan nasibini almamis herhangi bir Osmanli okumus-yazmisini bulmak cok guc. Genelde "vahdet-i vucut" ve "Pantheizm" gibi catchphraseler uzerinden cevaplanir Ibn Arabi soruldugunda, halbuki boyle yapinca arkasindaki muthis teolojik-kozmolojik-felsefi kuram gorunmez olur. Peki, vahdet-i vucud da, kimin vucud'u nasil bir vahdet (birlik), biz insanlarin payina ne dusuyor? Kuntu kenzen mahfiyyen fe-ahbabtuhu an urafe fe-halaktu'l-halk li-urafe. [Gizli bir hazineydim, bilinmekligi sevdim.Bilinmek icin yarattim.] Sahihligi su goturebilecek bir hadis-i serif; ama dogru-uydurma olmasinin onemi yok, muhim olan onun Ibn Arabi'nin kozmolojisini aciklayacak bir anahtar olmasi ve Seyhu'l-Ekber tarafindan da pek sevilmesi. Meali su ki, yegane hakiki varlik Tanri'dir ve varligi mundemictir, kendisine ickindir. Tum yaratilmislar - ki belirli bir sistem ve kronoliji esasisiyla - , O'nun varliginin tecellileri, golgeleridir. Insan ise, Tanri'nin tum sifatlarini icinde barindirabilmek bakimindan golgelerin en yucesidir. Tanri'nin katindan yer yuzune dogru inip insanla son bulan yaratim surecine, insanin Tanri/hakikat katina yukselmesi eslik eder. Gidilmesi gereken yol budur, temelinde yatansa hubdur, ilahi asktir, sevgidir. Zira, yaratimin bizatihi kendisi, bilinmekligin sevilmesiyle baslamistir.
Esasinda Mevlana'yi da Yunus Emre'yi de, hatta tum tasavvuf yolcularini da Ibn Arabi'nin kavramsal cercevesini cizdigi dusuncenin tasiyicilari olarak okumak mumkun gibi geliyor bana. Bu insanlarin her birinin yolunun bir sekilde Mogol baskini sirasi ve sonrasi Anadolu'sundan gecmis olmasi dikkate deger. Tabii orada baska meseleler de var da laf cok uzadi, sonraya ertelemek lazim. Bir ara bu Anadolu detayina da inmek, gunumuz Turk insani ve siyasetinin akli ve duygusal melekelerini yeniden kazanabilmesi icin bu tarihi sahsiyetlerin ne gibi yardimlari olabilir, ona da egilmek gerek, ama yine bir baska bahara atip mevzuya geri donelim.
Kitapta, tasavvuf siirinin dilinin daha anlasilir olmasinin tasavvufi aciklamalari vardi ki galiba en cok bu kisimdan keyif aldim. Ibn Arabi (Arapca)-Mevlana (Farsca)-Yunus Emre (Turkce) uclusu ve onlarin varyantlarindaki ortak "mana karsisinda siirsel form ve kafiyenin onemsizligi" temasi kelimelere inancimin azaldigi su gunlerde hepten inancsiz yapti. Buyurun, soyle birkac kuple Mevlana'dan:


Ey dil ile soylenen soz

Ben ne vakit senden kurtulacagim da

Marifet gunesinin nuru ile gercek Padisah’i bulacagim

Dilden de kitadan da siirimden de biktim artik!

***

Bugun seher vaktinden beri darmadaginiz, sarhosuz

Mademki darmadagin olmusuz, darmadagin sozler soyleyelim!

***

Ben kafiye dusunuyorum oysa sevgilim bana

Vechimden baska bir sey dusunme diyor

Diyor ki Ey benim kafiye dusunenim rahat ol

Benim yanimda en guzel kafiye sensin

Harf ne oluyor ki sen onu dusunesin

Nedir ki harf? Uzum baginin citten duvari

Harfi, sesi, sozu artik birbirine vurup parcalayayim da

Seninle bu ucu olmaksizin konusayim, ah!

Yalniz Kilic'in katilmadigim bir argumani da var. O da su ki, Osmanli siirini Ibn Arabi menseili Tasavvuf prizmasindan degerlendirmek mumkunse de, butun bir Osmanli siirini ve bu siirde kullanilan belli kaliplari, tasavvufi simge-sembol-remzler olarak telakki etmekte bir sakinca oldugunu dusunuyorum. Bazen ask fiziki bir ask, kasiyla gozuyle tasvir edilen sevgili hakiki bir adem, kadeh kadeh icilen sarap ve onu takip eden sarhosluk, dunyevi bir lezzet de olabilir. Zaten genel olarak Kilic'in diger yazilarina da yansayan, abartili bir puriten tasavvuf ahlakı kavrami var. Ona soracak olursaniz, basta Ibn Arabi olmak uzere, tum buyuk-kucuk mutasavviflar, Hak(ikat) yolunda benliklerinden siyrilma mucadelesi veren, siyaset-politika-iktidar iliskileri-ekonomik cikarlar gibi dunyevi zevklerin z'sine bulasmamis ruhani varliklar. Halbuki ne Bedreddin'ler ne Misri'ler var ki dunyevi guc mucadelelerinin ortasinda kilic kusaniyorlar!
Daha soyleyecek cok sey vardı elbette, ama Mahmud Erol Kilic mesaimiz burada bitmeyecek ne de olsa. Bakiyyeyi sonraki yazilarda temize cekeriz.

Temmuz 23, 2010

Abdulbaki Golpinarli - Tasavvuftan Dilimize Gecen Deyimler ve Atasozleri (1977)

Fi tarihinde, dershanedeki bir Turkce hocasi, kitap okumakla pek arasi olmayan ama okumuyor olusun azabini da yureginde hisseden biz ogrencilerinin sizisini bir nebze hafifletecek bir sey soylemisti: "Kitap okuyacaginiza sozluk okuyun zaten cocuklar!" Cocukken evdeki hemen hemen yegane matbuat olan ansiklopedilerle hasir nesir olmayi sevmis biri olarak hosuma gitmisti soyledigi. Pek tabii oturup sozluk okumaya baslamadim, hatta zaman icinde sozluk/ansiklopedi uzerinden bilgi tedarikinin sakincalarinin da haliyle farkina vardim; lakin iste zihin coplugunde yer etmis hazretlerin kelami. Sozluk/ansiklopedi okumak faidelidir faideli olmasina da, malumatfurusluga giden yolu acar. Anlamlarinin, hakiki kiymetlerinin degerini pek de bilemedigin cok sayida bilgiyi zihne doldurur. Istedigin, bekledigin "okumus cocuk" sifatini kazandirabilir, ve bu sayede, her okuyan/bilen insandaki ama ortuk ama baskin sevimsiz gururla seni bezeyebilir. Ama alim degil arif olmak, kuru bilgiyle degil hakiki bir kavrayis ve sezgiyle yasamak isteyenler icin tehlikelidir, imtina etmek gerekir.
Lakin Golpinarli'nin bu kitabi, bir sozluk olmasina ragmen seni o malumatfuruslugun cirkin kendinibegenmisliginden, "Ene (Arapca, ben) tahtinda oturmak"tan alikoyacak arifane dunya gorusunu haiz oldugundan, pek sahane bir kaynak. 80 yila yakin yasamakligin ve okuyup yazmakligin nihai ve azami eseri. Maddelerden pek cogu hizlica gecmeyi gerektirecek kadar harc-i alem olmasina harc-i alem; ama bir de pek kullanimda olmayan, ya da cokca kullanildigi halde arkasindaki anlam unutulmus olan maddeler var ki, bazilarinin kaydini dusmek istedim.
Mesela bu yukarida sarf ettigim "Ene tahtinda oturani irsad mumkun degildir" lafzi gibi. Ya da abdallar/dervislerle ilgili olan kimisi:
-"Dag yurumezse abdal yurur", demis pirlerden biri - ki kitapta Nasreddin Hoca'ya isnad ediliyor. Yeri gelmisken Nasreddin Hoca'nin Turkiye'deki algisinin kadilikla hocalik arasinda bir yerde olmasina karsin, Iran'dan Ozbekistan'a uzanan bir diyarda Molla Nasreddin'in bir Sufi seyhi olarak kabul gordugunu de soylemek lazim. Hikaye bu ki, muridleri Hoca'dan keramet gostermesini istemisler ve ona demisler ki, haydi su karsidaki dagi cagir da buraya gelsin. Hoca baslamis "gel ya mubarek" diye dagi cagirmaya, ama bakmis dagdan ses seda yok, baslamis daga dogru yurumeye. "Hayirdir hoca, ne yapiyorsun" diye soran muridlerine de dil cabuklugu marifet isbu lafi edivermis. Bununla alakali bir de "Seyh ucmaz muridleri ucurur" sozu vardir, kitapta bahsi gecmiyordu, ama eklemek istedim.
-Azeri aksaniyla "Agac bar verende basin yere salar" lafi da ilim ve irfan sahipligini tevazu vadisinde kullanmanin onemine isaret eden bir baska guzel laf. "Bar" Orta donem Farsca'sinda meyve demek bu arada.
-"Agzina tukurmek" deyimini, keramet sahiplerince icra edilecek tukuruk ve uflemenin sagaltici etkilerinden bahisle acikliyor. Hatta bir hikayesi de var bununla ilgili: Dervis'in birinin gun icinde okuyup uflemekten artik tukurugu tukenmis. Cocugunun derdine derman olamayacagini gorup dervise cemkiren adama Dervis ne dese begenirsin (bu kaliba hastayim, bir de Dede Korkut'ta vardir "gorelim hanim ne soylemis" diye bir baska kalip, onu da kullanmak farz): "Maye, maye-i Muhammediye'den olmadiktan sonra, tukursen degil ya, siksen bes para etmez!"
-Efendime soyliyeyim, Suleyman il Magnifico zamaninda, Safevi tehlikesi nedeniyle uzunca bir suredir Sunnilesme yolunda adim atan devletin teknik takibatina takilmis Bayrami tarikatina mensup sairlerden Ahmed Sarban'in hos bir dizesi de kitapta yerini almis: "Bilmek istersen eger mesreb-i dervisani / Sevenin bendesiyiz (kulu), sevmeyenin sultani!"
-Babamin zaman zaman kullanmaktan zevk aldigi, lakin tam halini bilmedigini kitap vesilesiyle fark ettigim guzel bir baskasi da su: "Sapa emek versem olur mu seker / Cinsini siktigim cinsine ceker"
-Kaygusuz Abdal'dan da cokca bahis var elbet kitapta. Ozellikle mevzu esrarla ilgili maddelere geldiginde ornekler bir anda Kaygusuz'dan gelmeye basliyor - ki esrara verilen yuzlerce addan birinin Kaygusuz olduguna da yine bu satirlarda rastladim. Efendim, maddemizin adi Cur'a. Esrar cekilen kabak manasina geliyor, sanirim o devirlerde henuz bong icad edilmemis. Kaygusuz'un insana korku veren satirlariysa soyle: "Allah Tanri Yaradan / Gel icegor Cur'adan / Yar ile Yar olagor / Agyar (baskalari) kalksin aradan"
-Tasavvuftaki "Zaman" mefhumuna dair ozet gecip hakli oldugu bir kisim da mevcut. Golpinarli'nin. "Dem bu dem, saat bu saat" der Sufiler, onemli olan an'dir, zira zamanin kendisi aslinda milyarca "an"in an be an akisidir. Butun kainat, yanisi yaratilmislar, her yeni anda Tanri katindaki hakiki var olustan yeryuzundeki golgelere gelmekte ve yine ayni zamanda ona donmektedir. Bu daimi hareket ve akis halinde, alemin bir ani, bir sonrakiyle ayni degildir. Sufi icin, alem, o hangi andaysa, o demin alemidir. Hem bosa dememisler: "Sufi vaktin ogludur"
-"Haydan gelen huya gider"deki hay ve huyu gundelik telafuzda hizli soylemekten anlami kaciriyoruz, zabt etmek lazim ki onlar Hayy (olmeyen, ezeli ve ebedi) ve Hu'dur (Huva, Arapca O). Meali, Allah'tir; her sey ondan gelir ve yine ona doner.
Kitap yakin zamanlarda - 2005 galiba - yeniden basilmis, internette buldugum kapak resmi de bu yeni basima ait. Lakin baska resim mi bulamamislar, baya sasirdim. Jim Morrison suretli bir adamin Baba Zula frontman'i kiligindaki kompozisyonu Golpinarli ve Tasavvuf icin kullaniliyorsa, ben iste buna post-modernizm derim arkadas.

Temmuz 18, 2010

Kærlighed På Film (Just Another Love Story)


"Bana tapan bir esim ve iki mukemmel cocugum var"; ama iste arzular baska baska olunca, neylersin konformizmi! National Geographic fotografcisi olup dunyayi karis karis gezmek, dunyanin guzelliklerini kaydetmek isteyen ama gel gelelim Adli Tip icin olu fotografciligi ile hayatini kazanarak hayallerini askiya alan Jonas'in, hayatindakiler ve hayal ettikleri ucurumunu bir kaza sayesinde kapatmasinin - ya da kapattigini sandiginin - ibretlik hikayesi! Siz siz olun efendiler, haftasonu ev gezmeleri, seks icin muayyen gun ve saatler, cumartesi alisverisleri, televizyon dizileri ve sabah 8 aksam 5 memuriyetinden murekkeb hayatinizin disina cikmayin. Maazalllah, tahtalikoyu boylarsiniz. (Spoiler degildir efendim, acilis sahnesidir)
Danimarka'ya hic gitmedim - nereye gittim ki zaten su ahir omrumde -, Danca'ya herhangi bir ilgim yok; ama bu adamlari seviyorum. (genel olarak Iskandinavlari da) Sadece sinemasi da degil. Mesela konu futbol oldugunda da, haritadaki yeri mucebince nev-i sahsina munhasir bir oyun karakterleri var. Iskandinav futbolunun diger onemli temsilcileri Isvec ya da Norvec kadar yeknesak bir futboldan ziyade yakisikli oynamaya calisiyorlar; yine de yasli kitanin kuzeye dogru cikan ufak bir cikintisi olarak kitanin devleri kadar hukum de suremiyorlar. Guzel ulke vesselam.
Anti-Christ acilis sekansini begenenler, sirf harikulade kaza sahnesi icin bile bu filmi izlemeli derim. Basrolunde Ozan Guven de oynuyor hem. "Iskandinav usulu kara film nasil oluyor"a tatmin edici bir cevabi da var ustelik. Her zamanki gibi ne yapiyoruz, yonetmeni Ole Bornedal'in ismini bir yerlere not ediyoruz.

Hayat Var (My Only Sunshine)

Samimiyet benim icin onemli bir sorun. Insaniz nihayetinde, her gun bir baska seyin pesinden gitme hayaliyle kavrulur; oldugumuzun ne oldugunu pek de bilemez, olmak istediklerimizle yolumuzu buluruz. Ozenir, begenilmek ister ve begenilmek icin de bizi begenmesini istediklerimizin begeni olcutlerini goz onune alarak hareket ederiz. Samimiyet tam da burada sorun teskil ediyor: Mesele, oldugunla olmak istedigin, yani kendi uzerine bicmeye calistigin kiyafetin arasindaki uyum degil. Hayir, "Herkes kendini (ve haddini) bilmek zorunda, uzerinde igreti duracak giysilerden imtina etmen gerek!" buyurganligindan bahsetmiyorum. Insaniz, arzulara ket vurmanin manasi yok. Lakin, bu durumun bizatihi kendisinin farkinda misin? Oldugunu dusundugun ve olmak istediginin, oymus gibi davrandiginin arasindaki "quality" farkinin ne oldugunu goruyor, butun bunlari kendinden sual edebiliyor musun? Bu samimiyet buhranlarini gun be gun, an be an yasayabiliyor musun?
Bilmiyorum, sert bir giris mi oldu; ama "Hayat Var" bendeki samimiyet sorularini tetikleyen bir film oldu. Hayat karakteri cevresinde donmeyi kendisine sinir addetmis bir filmde, Hayat karakterinin olabildigine sentetik olusu, filmin tum guclu gorselligini, muazzam seslerini degersizlestirdi. Bir film, bir hikaye; yazarinin hayattaki gundelik sorunlarla pek de kolay kolay iliskilendirilemeyecek buyuk entelektuel dertlerini sentetik bir dil, inandiriciligi pek de olmayan bir yapi uzerinden anlatamaz mi? Anlatir, guzel de yapar; ama iste bunun acacagi yaralarin ne denli farkindasin? Ustelik, hikayen aslinda hayatin gundelik sorunlarinin ta icindeyse; bu olabildigine gercekci yasam kesitleri vs buyuk entelektuel gerilimler ikilemini nasil asacaksin?
Hayat karakteri, benim hayatimda yeri buyuk olan bu ikilemi asamadi. Samimi degildi, boyundan buyuk dertlere kalkisir gibiydi, buyuk sehrin yasamindan marjinalize edilmis tuhaf ailelerin kadinliga adimini atan genc kizi karakteri, iki saat boyunca resmedildigi olcude tamamen bir yonetmen icadi gibiydi. Bu hic konusmayan, konusmasina da aslinda gerek olmayan, biteviye mirildanan, hayatta sahip olmak istediklerini hangi yollardan tedarik edebilecegini erkenden ogrenmek zorunda kalan, sevmediklerince sevilen ama sevmesini beklediklerinden yuz bulamayan, 13 - hayir hayir 14 - yasindaki guzel kiz, iyi bir filmin karakteri olmayi basarabildi elbette. Ama sana bu kez pek katilamiyoum be Reha Erdem: Hayat yok hayatta!

Temmuz 12, 2010

La Nana (The Maid)

Sili cografik olarak dunyanin en tuhaf ulkelerinden biri bence. 4000 km'nin uzerindeki kuzey-guney dogrultulu arazisinin dogu-bati eksenindeki uzunlugu yalnizca 175 km. Bunun tabii filmle hicbir ilgisi yok; Sili demisken paylasmak istedim sadece. Sili deyisim de pek tabii filmin Sili diyarindan kopup gelmesinden ve o diyarda sayisi 70000'i bulan dadi/hizmetci meslegi uzerine psikolojik ve hatta psikiyatrik derinligi olan; Marksist ve aslinda onun da bir nevi onculu olan Hegelci sahip-usak diyaleginden beslenen bir hikaye yaratmayi basarmasindan. 30 yasindaki yonetmeni Sebastián Silva da cocuklugunu benzeri bir dadili evde yasamis. Zaten filme dekor olan ev kendisinin buyudugu ev, filmdeki erkek kardeslerden gununu masturbasyonla geciren en buyugu de kendi kardesiymis. Ah be Sebastián, 70000 de sayi mi allasen; bizim memlekete gelsen, tamami kayitdisi, Sunni, Alevi, Ermeni, Romen, Moldovali, Rus, Gurcu, Ozbek 72 milletten asgari iki katini bulur, o plan senin bu hikaye benim at kostururdun! Ama kabahat bizim canim kardesim, biz "temizlikci"/ "kadin" meselesini ancak hizmet ettigi evden kendi evine yorgun argin donen kadinin otobus sirasinda ve otobuste izdiham icindeki resimlerinden ibaret saniyoruz! Seni ailenden alikoyan baska bir aileye, asla bu yeni ailenin bir parcasi olamayacagini bilerek hizmet etmenin maddi/manevi yaralarini, yalnizca "hizmet" ve "emek" odakli degerlendiriyor; saygi gosterilmesine ragmen sevilmemenin, takdir edilmesine karsin iceri gonulden buyur edilmemenin, her bir ferdin sakli sirlarini bildigi ve bir nevi evin gercek patronu o oldugu halde disarida birakilmakligin ne menem seyler olabilecegi uzerine pek de kafa yormuyoruz. Sevilmemenin, dost edinememenin, anlasilamamanin ve aslinda anlatacak bir seye sahip de olamamanin ne kadar acitici olabileceginin farkina varamiyoruz. Sen bunlarin farkindaymissin; sana da, Raquel'i tum celiskileriyle ete kemige burunduren Catalina Saavedra'ya da helal olsun.

Temmuz 11, 2010

Efter Brylluppet (After the Wedding)

Oluyorken olamamis, iyi kalpli izleyicinin beklentilerine yenik dusmus gibi hissettim Jacob - ki yine bir baska Mads Mikkelsen performansiyla karsi karsiyayiz - ne yonde karar verecegini acik ettiginde. Oysaki ters yonden istikamet halindeydi hikaye: Cocugundan yillarca haberi olmayan ve hayatini baska memleketlerin cocuklarina adayan bir baba, yillar sonra, emekci baba tarafindan cagrilip, bu varsil adam tarafindan cocugun bundan sonraki hayatinda ona goz kulak olmasi teklif edilirse ne yapar? Ustelik emanet edilenlerin icinde, cocugun annesi, yani malik babamizin eski sevgilisi, emekci babamizin karisi da varsa? Ve de tum bunlar, yaklasmakta olan bir olum nedeniyle oluyor ama olmeye giden iyi kalpli-tas gorunuslu varsil adam, tum bu iyilik tekliflerinin yaninda, pek tabii her insan gibi, olmekten delicesine korkuyor, "olmek istemiyorum!" diye once icten ice ardindan ciglik cigliga bagiriyorsa?
Yonetmen koltugunda Susanne Bier oturuyor; ama hikaye ve senaryoda yine Anders Thomas Jensen imzasini goruyoruz. Kendisinin daha once izlemis oldugum iki filmindeki yogun kara mizah bu filmde kendini cok sinsice ilerleyen yogun bir drama birakmis. Karakterlerin her birinin sahip oldugu hikayeler ayrica islenmeye deger; ama bunun filmin temel odak noktasini bulaniklastiracagi korkusuyla hemen hemen hepsi ya kisaca gecistiriliyor ya da filmin bir aninda gosterilen bir daha donulmeyip orada birakiliyor. Bunun icin filmin mimarlarini suclayamam; soz gelimi Anna-Christian iliskisine, ya da Helen-Jacob mazisine zaman ayirmak cok seyler de goturebilirdi; ama yine de boylesi bir "her seyin yerli yerine oturdugu ve herkesin olduklari yerden azami memnun olduklari" mutlu son, bu filmin hikayesinin ve sormaya calistiklarinin agirligi yaninda biraz guduk kaliyor. Ha, bir de film 2007 Oscar odullerinde, Pan's Labyrinth ve Auf der Anderen Seite gibi iki olaganustu filmle kapismaya layik gorulmus Akademi tarafindan. Oyle de bir film, hakkini yemeyelim simdi.


Adams Æbler (Adam's Apples)


Dini butun birisi icin hidayete ermenin yolunun ancak Tanri'ya sorgusuz inanmaktan gectigini hissettirebilecek denli deruni bir film olabilecegi gibi dini eksik ve yarimlar; ama yine de dunyayi pozitivist sekulerler gibi matematik/mekanik dil uzerinden kavramaktan imtina eden benim gibi "yine de bir inanc mumkun" insanciklari icin hem matrak hem de anlamli bir film Adem'in Elmalari. Hikayesinin nasil gelisecegi ve sonuclanacagi henuz filmin basinda kolayca anlasilsa ve hikayenin kendisi oyle ahim sahim olmasa da; catiskilari, mucizeleri, diyaloglari, abdurdlukleri, semavi referanslari, yazarca izlekleri ve hepsini 90 dakika icine sigdirabilmesiyle gonlumu ilk bu filmiyle feth etmisti Anders Thomas Jensen. Hikayeyi burada fas edip keyif kacirmanin anlami yok; ama gordukleri karsisindaki saskinlikla pilini pirtisini toplayip baska bir yerde meslegini icra etmeye yol alan pozitivist Doktor'un da dedigi gibi, "hastalarin olmedigi, kafasindan vurulan insanlarin hastane bahcesinde hamburger yiyip guneslendigi" bir diyar burasi. Lakin fantastik degil pek, ya da "bunlar yalniz filmlerde olur Nalan" denilen her film kadar fantastik. Ama bunun otesinde, komik de. Rehabilitasyon ve sosyal hizmet amaciyla bir kilisede belli bir sure kalmasi gereken bir adet Neo-Nazi, kilisesinin ortasinda bir neo-nazi tarafindan agzi burnu kirilan bir adet rahip, yanlis bir hakem karariyla hayati kaymis ve akabinde kendini alkole ve kleptomaniye kaptirmis bir adet eski tenisci, Suudi Arabistan'daki topraklarini isgal etmis petrol sirketinden intikamini benzin istasyonlarini soyarak alan bir adet terorist ve Endonezya'da yattigi erkekten hamile kalmis seks duskunu bir kadin bir araya ne kadar getirilebilirse o kadar getirilebilmis tuhaf bir karisim. Ama her seyin mantikli olmasi da gerekmiyor ya! Kapanis, maruz kaldigi onca ilahi sinava ve cezaya ragmen inancindan vazgecmeyen Hz. Eyub misal rahibimiz Mads Mikkelsen'den gelsin: "Bu dunyada herkes mantigini kullansaydi hepimiz coktan yok olmustuk!"

Temmuz 07, 2010

Blinkende Lygter (Flickering Lights)

Her şeyi oyuna dönüştürebilen arkadaşlığa güzelleme niteliğindeki filmleri nedense daha bir sevip saymışımdır. Hatta cinsiyetçi dilden kurtulamamak pahasına, bu arkadaşlığın, kadını açıkça dışlayasıya bir erkek muhabbetiyle yoğrulmuş olması da ayrı bir tercih sebebidir. İçinden geçtiğim, sevdiğim, özlediğim özel anların aynası olduklarındır, hemen kızılmasın. Hele ki buralarda, uzaklardayken; geçmişe dair resimler daha bir canlı, belki gerçekte olduklarından daha da renkli görünür. Mazur görülsün. Yiyip içmelerin, sevip susup dökülmeklerin, tedirginlik ve hayalleri dile getirmeklerin, korkuları unutmaklığın en nefisidir "ama arkadaşlar iyidir" meclisleri. Nicedir oturamadık, Allah eksik etmesin!
Bu güzel İskandinav filmi - ki yönetmeni Anders Thomas Jensen'in ismini sağda solda duyurmak için el altında bir yerlerde bulundurmak faideli olacaktır kanaatindeyim, Adam'ın Elmaları nam filmini de izledikten kelli - tam manasıyla bir "ama arkadaşlar iyidir meclisi" - bu film özelinde restaurantı - kurma hikayesi üzerinden yol alıyor. Gerçi baş karakterimizin - ki kendisi bu dört kişilik sakar çetenin reisi konumunda - hayatla ilgili planlarını gözden geçirme ve kendisiyle arkadaşlarını değişmeye zorlamasının arkasında ama güçlü ama dolaylı tesiriyle pek tabii bir kadın yatıyor; ama genel olarak filmde kadının adı da yeri de yok. Çocukluktan tevarüs arkadaşlıklarına sızmaya, onların eğlenme, yiyip içme, hayatı yaşama, yanisi var olma yollarına karışma cüreti gösteren bir başka kadın karakter hikayeye dahil olmuyor değil; ama onun akıbetini ne siz sorun ne ben söyleyeyim!
Mafyatik öykü çatısı, gücünü absürdlükten alan mizahı, (erkek) arkadaşlığa dizdiği övgüsüyle on numara film olmuş. Bravo.

Temmuz 04, 2010

Avaz-e Gonceshka (The Song of Sparrows)

Ailesinin gecimini saglama hususunda gucluk yasayan fedakar ve cefakar babanin dramidir benim icin dramlarin en drami. Majid Majidi'nin 2008 yapimi bu filmi temel olarak bu dramdan hareket eder; beri yandan kahramanini helal-haram kazanc arasindaki ince ahlaki cizgilerden gecirmekten de geri durmaz. Basroldeki Mohammad Amir Naji oyle oynamis ki bu dram yuklu ve celiskiler icinde yolunu bulmaya (mecazi anlamiyla degil) calisan babayi, Berlin Film Festivali'nde ona verilen en iyi erkek oyuncu odulunu birakin, butun oduller onun olsun, hakkidir.
Filmi izlerken, ister istemez Turk sinemasinin henuz niye hala olmamis oldugunu ve Iran sinemasinin neden onemli bir sinema gelenegi oldugunu daha iyi secebilme firsati oldu. Bir insanin, isin icine para girdigi zaman degismesi ve ahlaki durusundan kah taviz vermesi kah onu yeni kosullara gore tadil etmesi temali filmler olarak, soz gelimi Reha Erdem'in "Kac Para Kac"iyla ya da Onder Cakar'in "Takva"siyla bu film karsilastirildiginda, Turk sinemasinin hamligi daha da ayan beyan tebaruz ediyor. Ornegin, Kac Para Kac, adinin hakkini verecek olcude takriben 1.5 saatlik filmin asgari 1 saatini gozlere "para"yi sokarak filmin ne hakkinda oldugunu biz izleyicilerine hatirlatmayi bir gorev biliyordu! Takva ise dini butun bir zatin parayla imtihanini kisa kesip karakterin donusumu ya da mucadelesini oldu bittiye getiriyordu. Sercelerin Sarkisi'nda ise, kivami iyi tutulmus, ana oykuyu bu mucadele tekduzeliginden kurtaracak yan hikayeler ve deve kuslari, japon baliklari ve sercelerin gorselligiyle zenginlestirilmis bir plandan soz etmek mumkun. Arada kulaga calinan birkac Ibrahim Tatlises sarkisi da cabasi.

Gaav (The Cow)

Hareketli matbaanin icat edilip basili kitap adedinin bir anda patlamasiyla bunalan 16. yuzyil Avrupali dusun ve yazi adaminin gundeminin belki de ilk sirasini, boylesine bir bilgi yiginiyla nasil bas edecekleri olusturuyordu. Etkili okuma yontemleri nelerdir, nasil not tutulur, baskalarinin okuma notlarina (ki bugun akademik dergilerin bircogunda normal bir sayi makalelerden cok boylesi kitap okuma notlarini - yanisi review- ihtiva etmekte) ne derece guvenilebilir gibi meseleler uzerine hazirlanmis yiginla rehber kitap bulmak mumkundu. Unutmak, nihayetinde onune kolay kolay gecilemeyen ve bu engellenememe hali cok aci veren bir hastalik. En azindan bana aci veriyor onca emek sarf edilerek zihne dahil ettirildigi dusunulen bir seyin sizden habersizce terk-i zihin eylemesi. 16. yuzyil kalem ehli biraz ortaligi bosuna velveleye vermis diye dusunuyorum. Bugunun, sadece bir yilda binlercesi cekilen filmler, binlercesi yazilan oyunlar, sarkilar, kitaplar vb dusun urunu iceren bilgi evreninde ayakta kalabilmenin yaninda, matbaa sonrasi kitap yiginiyla mucadele etmek cocuk oyuncagi gibi kaliyor. Dunya hala donmeye devam edecek olursa, bundan bes yuz yil sonrasinin dusunce mesaicisine simdiden sabir ve basari diliyorum.
Bu uzun mukaddimenin sebeb-i telifi, unutma hastaligindan ve unutmasini engelleyecek sohbet meclisi ortami eksikligindan muzdarip bu fakirin derdini bir nebze dahi olsa tahfif edecek bu mecrayi yeniden ihya etme dilegi ve gayreti. Bazen yalnizca tek bir cumle bazense uzun tahliller ve baglantilardan olmasini umut ettigim sekilde, okunan her yayin, izlenen her film, dinlenen her sarkinin; hayatin geri kalaninin belki yalnizca bir aninda belki de sik araliklarla kullanilmasi ve dillendirilmesi icin gerekli zihni tekrardan bu vesileyle gecmesini temenni ediyorum. Kendi yazdiklarina zaman icinde donup tekrar bakma gibi bencil ve kendini begenmis bir tavrim oldugundan, burada yazilanlar basarili tekrarlar ve hatirlamalar olacaklar; buna inaniyorum.
Resimdeki film ise, artan Farsca (b)ilgim sayesinde filizlenmis Iran sinemasi mesaimin baslangic safhasindan bir not sadece. Devrimden 10 yil once, 1969'da cekilen bu film; devrim sonrasi Iran sinemasinin da rol modeli olmus. Zira, devrimle birlikte sinemalari yakilip yikilan, devasa - ve biraz da 70'ler Yesilcam'ina bir hayli benzeyen ama ondan hem adet hem de kalite baglaminda otede olan - Iran film endustrisi icin yolun sonunun geldigi bir noktada, Ayetullah Humeyni'nin kisisel begeni ifadesiyle benzeri tarz filmler yapma hususunda sinemacilari yonlendirdigi - ya da daha dogru ifadeyle onlara buyurdugu - film, Gaav'in (the Cow) ta kendisi. Bugun, Iran sinemasi denince akla gelen yalin, kadinlarin ortada pek gorunmedigi (bu nedenle cocuklar uzerinden anlati yollarinin tercih edildigi), sanatsal kaygilarin agir bastigi filmlerin ilham kaynaklarindan biri Gaav. Doktorasini UCLA'de yapmakta olan Dariush Mehrjui'nin henuz 29 yasindayken cektigi bu film, isin ilginc tarafi Riza Sah yonetimi tarafindan sansure ugruyor. Cunku modernlesme duskunu Riza Sah, filmde, Iran koylerinin geri kalmis resmedilmesinden rahatsizlik duyup ulke sathinda dagitimina cevaz vermiyor. Gizlice yurtdisina bir kopyasi sizdirilan ve Venedik Film Festivali'ne katilan film, Iran'in yurtdisindaki ilk festival katilimi ve ayni zamanda ilk odul kazanani da oluyor. Zira Altin Arslan'i katildigi gibi kapiveriyor.
Filmle ilgili zikredilmesi gereken pek cok sey var elbette. Ornegin bin yillarin degismez yerlesik yasam-gocebe kapismasi ve yerlesiklerin gocebelerden duydugu korku; yahut koy yasaminda ve koylulerin zatlarinda beliren gizil tekinsizlik; ya da sevilen kisi ve/veya nesnenin kaybi neticesinde masukla ozdeslesme ve benligin yitimi vs vs. Ama sahne olarak one cikan bir tanesi varsa o da benim icin su oldu ki, delirdigine ve kendi yontemlerinin (aslinda yontemsizliklerinin) ise yaramadigina kani olduktan sonra kendisini inek zanneden Hasan'i baglayarak sehirde hastaneye goturmeye karar veren koyluler - ve iclerinden bu ugurda en cok mucadele gostermis olani Eslam - yolda bir an durup o noktadan gayri hareket etmeye yanasmayan Hasan'in sirtina bir inekmiscesine degneklerle vurmaya, onu ittirmeye calisir. Cabalar, soylenenler, yapilmaya calisilanlar, iyi niyetler bir an gelir, anlamsizlasir. Her sey ve herkes, sartlarin getirdigi ve belki de gerektirdigi sekilde duruma uyum saglar ve insanligindan uzaklasarak "insan" kalir.
Mehrjui'nin devrim sonrasinda Iran'da pek de sevilmedigine dair bir seyler duydum. Humeyni'nin kendi ismini on plana cikarmis olmasindan mi yoksa devrim sonrasi cektigi filmlerin tuhafligindan mi - ki sonraki postlardan birinde Kierkegaard'in Korku ve Titreme'sinin merkezinde oldugu Hamoun filminden de insallah bahsederim - bilmiyorum. Ama Gaav benim icin, sirf, cagdasi - hatta biraz oncesi - Turk sinemasinda tasra ve koy yasami odakli filmleri izlemeye tesvik etmesi bakimindan dahi kaydadeger bir film oldu.